Bazen hayatımızda hiçbir şeyden memnun olmadığımız anlar vardır. En küçük dertleri, çok önemli olmayan ayrıntıları gözümüzde gönlümüzde büyütürüz. Dertlerimizi ortadan kaldırmak, sıkıntılarımızı gidermek için sığınacak liman bile aramayı düşünmeden günlük koşuşturmalarla sürdürüp gideriz hayatımızı. Oysa tüm bu koşuşturmaların arasında ayıracağımız küçük zamanlarla hem dert ve sıkıntılarımızdan bir nebze olsun uzaklaşır hem de değer verdiğimiz dostlarımızın ya da sevdiklerimizin gönül limanında demirleyip dingin anların keyfini çıkarabiliriz. Kim bilir, belki de hayatımızın bir koşuşturma içinde sürüp gitmesinin en büyük nedeni, neyi ne zaman ve hangi öncelikle yapmamız ya da yaşamamız konusunda bir planımızın olmayışıdır. Ya da şairin dediği gibi
“kapılıp gidiyoruz bahtımızın rüzgârına.” Rüzgâr bizi ne yöne sürüklerse o tarafa gidiyor, karşımıza ne çıkarırsa onunla hayatımıza anlam katmaya çalışıyoruz. Ama unutmamak lazım ki, bu hayatta bize değer veren, hayatının anlamı içinde bizimde olduğumuz dostlarımız ve sevdiklerimiz ya da sevenlerimiz de var. Günlerimiz ne kadar dolu dolu geçse de onlara da mutlaka bir zaman ayırmalıyız. Çünkü asıl hayatımıza yön veren rüzgâr değil dostlarımız olacaktır. Yine en son giderken
“nasıl biri olduğumuz” bize değer verip
“yolcu etmeye” gelen dost ve sevenlerimize sorulacaktır. Sizinle paylaşmak istediğim aşağıda k
i “dersi” okuduğunuzda sanırım anlatmak istediğimi daha iyi anlayacaksınız:
“Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde felsefe dersindedir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir kavanozu alır ve içerisini tenis topları ile doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler. Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da "evet" doldu derler.
Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, öğrenciler de koro halinde "evet" derler.
Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler!
Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek
"eveet" der; ben "Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım" der. Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız. Sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.
"Şayet kavanoza önce kum doldurursanız..." diye, anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur.
Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar;
"Peki, o iki fincan kahve nedir?"
Profesör gülerek:
"Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!"
Ne zaman hayatınızda bazı şeyler çekilmez hale gelirse, ne zaman koşuşturmaktan 24 saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman kavanozu ve 2 fincan kahveyi hatırlamanız temennisiyle…
ERDEMİN PENCERESİ
12.01.2018 15:49:50