Haberler Haber Girişi : 20 Temmuz 2018 11:46

BİRBİRİNİ BESLEYEN İKİ YILAN!

BİRBİRİNİ BESLEYEN İKİ YILAN!
Yıllar evvel yaşlı bir amcadan dinlemiştim. Bizim köylerde tahıl ürünlerimizi sakladığımız ve yaz - kış muhafaza ettiğimiz genelde harmanlarda bulunan ahşap ambarlarımız vardır. Bu ambarlarda hasat zamanı buğdaylar muhafaza edilir, çuvallanır ve güzelce bölmelere konulur. Zamanın behrinde, birbirine zarar vermeyen iki yılan ambara girer. Ambardaki çuvallardan birine çöreklenen iki yılan günlerce çuval içindeki tahılları telef etmeye başlar. Amacına ulaşmadan çuvalın içinden çıkmayan bu iki yılan diğer çuvallara da zarar vermek isteyince ikisi arasında bir husumet meydana gelir. Aynı çuvalda birbirini besleyen bu yılanlar, diğer çuvallar için birbirini ısırmaya başlarlar. Ambar sahibi köylü ise, yılanların ambarda olduğunu görünce şaşırır. Köylü evindeki tüfeği alıp öldürmek ister fakat bir türlü cesaret edemez. Köylü gizlice sahip olduğu ambarı yılanları öldürme niyetiyle takip etmeye başlar. Anlar ki bir çuvalın içinde birbirini besleyip dost olan iki yılanın, diğer çuvallardaki tahıllar için birbirlerini yemeye başladıklarını görür. Yılanları öldürmek isteyen köylü, iki yılanın menfaat kavgasını görünce olan biteni izler. Ambardaki çuvallara zarar veren yılanlar, diğer çuvallar için birbirini yaralayarak öldürürler. Zarar, her ne kadar masum, günahsız ambarın içindekilerine, ambar sahibine olsa da birbirini besleyen bu iki yılan menfaat uğruna birbirlerinin sonu oldular. İşte bu yaşanmış menfaat kavgasının, çıkar çatışmasının adı yıllarca hep hikaye! olarak anlatılır. Köylünün malına zarar veren bu iki yılanın yaşattıkları ise köylünün kara günüdür. ************************ “Bazen bir gözyaşı yeter her şeye...” Sene 2005. Yanılmıyorsam şayet; Temmuz ayının ortalarıydı. Yine bugünlerdeydi. Öğrencilik yıllarımdı.. Her memlekete gelişimde köylere çıkar, o köylerde yaşayanları, yaşananları yazar, anlatırdım. Nitekim o günlerde başlamıştım yazılı gazete de ilk olarak yer almaya.      O yıl sezon tatiliydi, memleketime gidip köylere çıkmıştım. Çoğu zaman bir gün de üç, beş köye yürüyerek gittiğimi bilirim. Bundan dolayıdır ki, bölgede bilmediğim, gitmediğim köy hemen hemen yoktur.      Durağan’ın Kozluca köyüne her yıl köylerin çoğunda geleneksel olarak yapılan bolluk aşı bayramına gitmiştim. Civar köylerden gelenler, uzak diyarlardan, gurbetten gelenler derken köyün içi epey kalabalıktı. Program sonunda köyün içini gezmek istemiştim. Köyün başında bulunan bir evin önünden geçerken yaşlı bir teyzenin başını öne eğerek torununa sarılıp ağladığını farkettim. İşte o gün ilk yazılı haberimdi bu olay. Yanına yaklaştım ve sordum: “Hayırdır teyzem nedir böyle seni ağlatan?” diye. “Bak burada herkes bayram yapıyor, sen niye yalnızsın?” dedim. Başını kaldırdı, uzunca bir bana baktı. Ve, “Şu torunum için ağlıyorum evladım” dedi. “Sebebi nedir teyzem torununa ne oldu?" dedim. “Torunumun babasını geçenlerde kaybettik, bende eşimi kaybedeli yıllar oldu. Torunumun anası da başka bir adama gitti” dedi. Kendi ifadesi ve içten içe yanan yüreği ile, “Ben bu torunumla yapayalnız kaldım, ayağında ayakkabısı yok, okula götüremiyorum bu halimle evladım” dedi. Hem ağlıyor, hem de derdini anlatıyordu bayram gününde.. Oturdum diz üstü yanına.. “Ağlama ne olur, ağlama” dedim. “Bana müsaade et, size yardımcı olmak için elimden geleni yapayım” dedim. Sustu hiç bir şey diyemedi Belli ki utandı, hepten üzüldü. O gün oradan öylece ayrıldım. Fakat aklım hep oradaydı. “Ben ne yapabilirim?” diye düşünüp duruyordum kendi kendime.. O zamanlar da öğrenciydim. Kime nasıl anlatabilirim? Nasıl yardımcı olabilirim? diye düşündüm hep. Haber olursa bu durumu belki gazeteler yayımlar, sesleri duyulurdu. O gün tekrar köye gidip müsadesiyle fotoğraflarını çektim. Gittiğimde beni görünce çok sevinmişti. Adını hatırlayamadım ancak eski gazete arşivlerimde bu haberim halen duruyordu.      Fotoğraflarını çekip ilçeye döndüm. O sıralar Gazeteci Mustafa Eker’le de yeni tanışmıştım. Durumu ona izah etmiştim, sağolsun beni kırmayıp yaşadıklarımı yazıya döküp haberleştirerek fotoğrafları gazetesinde yayımlayadı. “Bu sese kulak verin” diye de bir çağrı yapmıştı. O çağrı bir süre sonra yankı buldu ve o çocuk bir hayırsever tarafından okutuldu. Haberin etkisiyle, o teyzeye de o sıralar bir çok insan yardımcı olmuştu.      O günden sonra ben hep bunun mutluluğunu yaşadım. O köye her gittiğimde de, sürekli o teyzemiz aklıma gelir. Şimdi ne yapar, ne eder bilmiyorum. Haksızlığın karşısında olmak, garibanın hakkını savunmak, yanlışı dile getirmek adına somut olarak yazılı gazeteciliğe ilk adıma bir gözyaşı ile işte böyle atmıştım.